Necla DALAN
Can Kıraç’ın vefat haberini öğrendiğimde yurt dışındaydım. Meslek hayatım boyunca tanımaktan mutluluk duyduğum Can Kıraç nazik, saygın ve entelektüel bir isimdi…
Türkiye’ye dönünce Kıraç’ın “Anılar Olaylar” kitabına göz attım. Kıraç, bu kitapta hayatından satır aralarını, Koç’ta geçen yıllarını, anılarını ve emekliliğini; Üzeyir Garih’ten Turgut Özal’a, Jak Kamhi’den Giovanni Agnelli’ye, Aziz Nesin’den Şarık Tara’ya birçok portreyi anlatmış.
1927 doğumlu olan Can Kıraç’ın babası Atatürk’ün emrinde Gazi Çiftliği’nin kuruluş hazırlıklarına katılan ziraat mühendisi Ali Numan Kıraç’tı. Adı Can da soyadları Kıraç da Atatürk tarafından verildi. Galatarasay Lisesi’nden sonra o da babası gibi ziraat mühendisliği okudu. 1950 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirdikten sonra Koç Ticaret Şirketi Otomobilcilik Şubesi’nde Bernar Nahum’un “çırağı” olarak çalışma hayatına atıldı. Koç Holding’in kurucuları arasında yer aldı. Koç’ta tam 41 yıl çalıştı. Kitapları, nazar boncukları, yaptığı fotomontajlarla konuşuldu… Kitaptan bazı bölümleri siz okurlarımız için seçtim.
“KOÇ’UN CAN’I, GALATASARAY’IN İNAN’I”
- Benim ve İnan’ın Galatasaraylı oluşumuz yakınlarımızca bilinir. Beni “Koç’un Can’ı” olarak tanıyanlar onu “Galatasaray’ın İnan’ı” olarak bilmektedirler. Bu Galatasaraylılık kökeni, kulübe başkan olmam için zaman zaman bana teklifler yapılmasına sebep olmuştur. Ben de bu yaklaşımlardan daima onur duymuş fakat “Galatasaray Kulübü Başkanlığı önemli ve şerefli bir görevdir. Üzerimde başka sorumluluklar varken bu görevi taşımam doğru olmaz” görüşü ile arkadaşların beni bağışlamalarını dilemişimdir. Ancak 1991 yılı sonunda Koç’tan emekli olacağım duyulunca bu konuda yeni temaslar başlamış, İnan da bana “Ağabey, artık mazeretin kalmadı, daha fazla direnmen naza çekmek olacak. Hem ben seni anlamıyorum, Koç’ta 41 yıl çalışmış olmana rağmen unutulup gideceksin! İnsanın hayatta bir iz bırakması gerekmez mi” demişti. İnanın bu sözleri beni etkilemişti. Fakat Galatarasay’a başkan olursam nasıl iz bırakacağımı anlamamıştım. “Galatasaray Müzesi’nde kulüp başkanlarının fotoğraflarının sergilendiği bir bölüm var. Orada senin fotoğrafın nesillerden nesillere anı olarak saklanacaktır.” İnan’ın bu açıklaması ile durum aydınlanmıştı. 1991 sonlarına doğru emekli olma kararımın ciddiyetini anlamak için Vehbi Bey kendi söylemine göre beni yakın takibe almıştı.
– Sen kararında hala inat ediyormuşsun!
– Vehbi Bey beni anlamamak için siz de direniyorsunuz. Ben ömrümün bundan sonraki döneminde özgür yaşamak istiyorum.
– Bugüne kadar senin hangi özgürlüğüne mani olduk ki?
– Siz engellemediniz ama ben sorumluluk duygusu içinde birçok konuda kendi kendimi frenlemek zorunda kalmış.
“ÇALIŞMAYA DEVAM EDERSEN NAKKAŞTEPE’YE HEYKELİNİ DİKTİRİRİM”
– Bir misal ver de durumu daha iyi anlayalım bakalım.
Bu soru karşısında ne cevap veremediğimi bilememiştim. Aklıma birden Galatarasay Başkanlığı konusu gelmişti. “Mesela istediğim halde Galatasaray Başkanlığı tekliflerini kabul etmedim” deyivermiştim. Vehbi Bey çok keyiflenmişti. Sağ yumruğu ile ağzını kapatarak meşhur kahkahasını patlatmış ve “Aslan Galatasaraylı Başkan” sözü ile beni alaya almıştı. “Beyefendi siz bu işlere hiç önem vermiyorsunuz. Halbuki İnan bana ‘Ağabey sen Koç’ta 41 yıl çalıştın, unutulp gideceksin. Galatasaray’a başkan olursan kocaman bir fotoğrafın müzeye konacak” dediğini naklederek kendime paye vermek istemiştim. Vehbi Koç’un beni heyecanlandıran teklifini dinlerken kulaklarıma inanamamıştım. “Çalışmaya devam edersen ben Nakkaştepe’ye senin heykelini diktiririm” demiş ve “Bunu Rahmi engeller mi bilmem” diyerek kapıyı aralık bırakmıştı. Koç Holding’in Nakkaştepesi’ni bilenler benim özgürlük uğruna neyi kaybetmiş olduğumu şimdi daha iyi anlayacaklardır.
- Vehbi Bey’in hayatında iş daima birinci planda bulunduğu için onun dostluk ilişkileri hep yüzeysel kalmıştır. Vehbi Koç her vesileyle çocuklarından ve iş arkadaşlarından, çalışma arkadaşlarıyla dostluk ilişkisi kurmamalarını istemiştir. Vehbi Koç, değişik meslekteki insanların görüşlerini öğrenmek, onların hayat felsefelerini anlamak için iş dünyası dışında bulunanlarla ilişki kurmaya önem verirdi. Örneğin tiyatro sanatçısı Metin Akpınar, Zeki Alasya, müteahhitlerden Ayduk Koray, mimarlardan Aydın Boysan, doktorlardan Tarık Minkari, turistik restorancı Beyti Bey bunlardan bazılarıydı. Yürüyüş grubuna katılanlar ise mevsime ve yerine göre değişik kişilerden oluşurdu. Vitali Hakko’nun bu konudaki anısı çok anlamlıdır. Birgün Vitali Hakko da yürüyüş grubuna katılmaya karar verir ve Yeniköy sahilinde buluşulur. Vehbi Koç, Vitali Hakko’yu grupta görünce şu yorumu yapar: “Sen domuz adamın tekisin! Aramıza katıldığına göre muhakkak bizlerden bir şeyler öğrenmeye çalışacaksın.”
ALİ’NİN ÇALINAN ALTINLARI!
- Kıbrıs olayları sebebiyle milletçe heyecanlı saatler yaşadığımız bir dönemdi. Hepimiz gelişmeleri anında öğrenebilmek için radyoların başında nöbet tutuyorduk. Bir akşamüstü 1974 yazı için kiraladığımız yalı apartmanının rıhtımında İnci ve ben İstanbul Boğazı’nın menevişli sularını seyrederken komşumuz Feyyaz Tokar’ın eşi Berna koşarak üstümüze gelmiş, “Gözünüz aydın, Ali’nin çalınan altınları bulunmuş. Şimdi polis radyosu haber verdi” diyerek boynumuza sarılmıştı. Bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Kaldı ki o gün 14 yaşında bulunan oğlumuz Ali’nin sünnetinden kalma birkaç altın çalınmış olsa dahi polis radyosunu meşgul edecek değerde değildi. Aramızda şakalaşmalara sebep olan olayın üzerinden birkaç gün geçtikten sonra meselenin iç yüzü anlaşılmıştı. Çalınıp bulunmuş olan altın sikke ve saat koleksiyonu Koç Ailesi’ne aitti. Sadberk Hanım’ın vefatından sonra annelerinin üzüntüsü çocuklara Çankaya Apartmanı’nda bulunan annelerine ait kasayı unutturmuştu. Durum fark edilince olayı polise haber vermek işini kardeşim ve Koç’un küçük damadı İnan üstlenmiş, o da konunun gazetelere düşmemesi için ifadesinde altınların yeğeni Ali Kıraç’a ait olduğunu söylemeyi tercih etmiş. Ali’nin adının radyoda kullanılmış olmasından dolayı bize de bir “hatıra sikkesi” verilir dile uzunca süre bekleşip durmuştuk!
TURGUT ÖZAL: KENDİNİ HARAP ETME VEHBİ BEY
- Nakkaştepe’de hava kararmaya başlamıştı, ben iş gününün masamın üstüne yığdığı yazıları temizlemeye çalışıyordum. Telefonum çaldı. Vehbi Bey, “Turgut Özal Bey Semra Hanım’la İstanbul’a gelmiş. Ondan randevu istemiştim. Gece buluşalım görüşelim demiş. Ben de Suna’nın evinde akşam yemeği yiyelim dedim, kabul etti. Sen de karını al tam sekizde gel!” Cevabımı beklemeden telefonu kapatmıştı Vehbi Bey… Vehbi Koç’un Turgut Özal ile konuşmak istediği konu Aile Planlaması Vakfı’na destek olunmasıyla ilgiliydi. Önem verdiği toplantılara hazırlanmış notlarla katılan Vehbi Bey, vakfın çalışmalarıyla ilgili notu bana okutmuş, zaman zaman “Turgut Bey burası çok önemli” diyerek Özal’ın dikkatini çekmeye çalışmıştı. Ben Turgut Özal’ın konuyu can kulağıyla hissetmiştim. Notun okunması tamamlanınca Vehbi Koç, “Turgut Bey, aile planlaması memleket için hayati konudur. Buna sizin şahsen önem vermenizi rica ediyorum” demişti. Özal, başını biraz yana eğerek konuşmaya başlamış ve beklemediğimiz şu cevabı vermişti: “Ben okunanlarla mutabık değilim. Biz bulunduğumuz bölgede sözü geçen bir devlet olmak istiyorsak nüfusumuz 100 milyona çıkmalıdır. Nüfus 100 milyonu bulduktan sonra senin düşündüğün tedbirleri alırız. Kendini harap etme Vehbi Bey!
patronlardunyasi.com
Dört duvar arasına sıkışan, bilgisayarla yaşayan, e-postalar ile boğuşan beyaz yakalıların dünyası.